Bir varmış bir yokmuş diye başlar masallar. Bir varmış, bir yokmuş! Varlar neden, nasıl yok olmuş? Var olan birler ve yok olan birler bundan nasıl etkilenmiş? Yok olanlar belki kalanları da eksiltmiş!
İki Eleni’nin masalı bu. Biri oyuncak, diğeri minik bir kız olan iki Eleni.
Sıradan bir oyuncakçı dükkânının vitrinini süsleyen sıradan bir oyuncak bebekti Eleni. Aynı mahallede annesiyle yoksul bir hayat sürdüren Eleni kendi adını vermişti ona. Her gün annesinin eline sıkı sıkıya yapışmış, neşeyle eve dönerken gözü vitrine takılır, Eleni’sini görünce yüreğindeki kelebekler kanatlanıverirdi. Zannederdi ki oyuncağın gülümseyen gözlerinden ona doğru da bir ışık akardı mavi mavi.
Bir eylül akşamıydı. Annesinin eli terli, ayakları telaşlıydı. Sanki kalbi avucunda atıyordu hızlı hızlı. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı, hissediyor anlayamıyordu. Annesi, her zamanki gibi Eleni’yle birlikte yürümüyordu, onu kolundan çekiştirerek sürüklüyordu. Dükkanın önüne geldiklerinde başını oyuncağına çevirdi küçük kız..
O anda zaman, belleğine kazınmak ister gibi, yavaşladı sanki! Kalın bir sopa ağır ağır vitrine doğru yaklaştı, çarpmanın etkisiyle su damlacıkları gibi görünen cam parçaları arasından öfkeli adamların yüzlerini gördü Eleni. Yeniden bebeğinin olduğu yere çevrildi gözleri. Bebek, ikinci kez cama indirilen sopanın etkisiyle vitrinden fırlayıp sokağa savruldu. Eleni’nin yüreğine cam kırıkları doldu.
Bebek, vitrindeki diğer kırılan eşyalarla birlikte, yere düşüp kırıldığı an yeniden hızlanan zamanda, annesinin tiz çığlığını duydu, kolundan hızla çekildi, adeta az önce gördüğü bebeği gibi havalandı ve kendini evde buldu. Annesi onu sedirin üzerine fırlatmış telaşla perdeleri kapatıyordu. Dışarıdan gelen sesleri duymamak için kulaklarını kapattı Eleni.
Sonraki günlerde, eşyalarını toplayacak ve ülkelerinden gitmek zorunda kalacaklardı.Giderlerken Eleni’nin bavulunda yıkıntılardan kurtardığı kırık bir bebek ve göğsünde kırık bir kalp vardı .
Bu hayal ürünü öykü gerçek de olabilirdi. Belki de gerçekten yaşanan acı öykülerden biriydi.
Çünkü;
1955 yılında 6 Eylül günü, saat 13:00’da devlet radyosundan yapılan anonsta, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin bombalı saldırıya uğradığı bildiriliyordu. İstanbul Ekspres gazetesi aynı gün öğleden sonra yaptığı ikinci baskıda, olayı manşetten duyurarak haberin yayılmasını sağladı. Normalde 20-30 bin civarında tiraj yapan gazetenin ikinci baskısı, o dönemin teknik koşullarında hiç de kolay olmayan bir sayıda, 290 bin adet basılmıştı. Gazetenin dağıtımından hemen sonra kalabalık bir güruh, akşam saatlerinde, kamyonlarla dağıtılan ve hepsi tek tip olan sopa, balta ve kazma gibi aletlerle Taksim’de toplanıp İstiklal Caddesi’ne doğru yürüyüşe geçtiler. Daha evvelden Rumlara ait olduğu tespit edilerek duvarları kırmızı haçlarla işaretlenmiş, tabelâsı yabancı dille yazılmış, Tünel’e kadar uzanan güzergâhta bulunan tüm mekânlar yağmalandı. Bazı dükkân sahipleri yağmadan kurtulabilme ümidiyle vitrinlerine Atatürk büstü ve Türk bayrağını koymuşlardı.
İstanbul’un 52 yerinde, İzmir’de ve adalarda aynı anda gerçekleştirilen yağmalarla birçok yapı harap edildi. Yağmalanan bölgelerde yollar boydan boya kırılıp dökülmüş eşyalarla doluydu.
Düşünmek gerekir ki düşmanlığa karşı çıkabilmenin en önemi yollarından biri “karşımıza öteki olarak çıkarılanın bizimle aynı dünyada kendi macerasını yaşayan bir insan olduğunu”(1) bilmekten geçer.
Sinem Azbazdar Dinçer
Resimlerimize bakıyorum da
Yüzün renksiz ,
Nasıl da yorulmuşsun ,
Gitmek için acele ettin.Acı dolu gözlerin ,
Gökyüzünde iki bulut gibi
Acaba nereye gidiyorlar?
Nereye seyahat ediyorlar?Eleni, gittiğin o yerde mutlu olmaya bak,
Beyaz bir sayfaya limon sarısı gözyaşlarıyla sarı
Bir mürekkeple yazıldı kaderin bu kürede…O öğleden sonralarını hatırlıyorum da
Çıt çıkarmadan yanımda otururdun,
Sadece bana bakıp gülümsüyordun,Sana bu şarkıyı gönderiyorum,
Beni unutma ve daima gülümse,
Eleni gittiğin yerde mutlu ol ,Beyaz bir sayfaya limon sarısı gözyaşlarıyla sarı
Bir mürekkeple yazıldı kaderin bu kürede…..
(1) Suç ve Linç-Sedat Turan-Zafer Dergisi
2012-10-08