Cemaleddin-i Safi adında İran’ın Savi şehrinde doğan, Dimyat’ta yerleşip orda ölen bir zat varmış. Bu zata bir kadın aşık olmuş, peşini bırakmamış bir türlü. Zavallı adam kadını kendinden soğutmak için saçını, sakalını, bıyığını, kaşlarını, saçlarını usturayla tıraş ettirmiş. Kadın, sevgilisini böyle cascavlak görünce ondan soğumuş, onu bir daha görmek istememiş. Bizim Cemalettin Efendi de böylece kurtulmuş; ama bu zat kalenderi tarikatını kurunca cavlakilerin yani kalenderilerin çhar-darb ( dört darbe) olmaları şiardan olagelmiş. Bir de bu zatın halifelerinden biri kıldan örülmüş bir hırka giymeyi adet edinince bu da müridlerine sirayet edivermiş, ondan sonra efendim bir başka zat ‘’ kalenderilere gıpta ederim, hiç sakalları yoktur. İnsanın sakalının az oluşu kutluluğuna delalet eder; sakal erkeğin ziynetidir ama uzun oluşu da insana benlik verir; buysa adamı helak eden şeylerdendir.’’ diyerek böyle güzel yorumlarda bulunmuş…
Eee bir şeyin övgüsü çok olur da alıcısı bulunmaz mı? Rum abdalları denen gezici dervişler de çhar-darp olup tennureler giyip baş açık, yalın ayak boy göstermeye başlamışlar; ancak bunlar bedenlerini dağlayıp göğüslerine hilal yahut Zülfikar resmini ya da Hz. Ali’nin adını dövdürürler, kollarına yılan vs resimler yaptırırlarmış. Sonunda bu zümreyi de Bektaşilik temsil etmiş.
Dört darbede bir gelenek buna derim işte. Fazla paran mı yok? Giyinemiyor musun istediğin gibi, almak istediklerin birer hayal olarak mı kalıyor? Kalender ol abi kalender.
Gelelim Sartre’ a.. Küçük yaşta babası ölünce haydi büyükbabanın yanına. Annesinin her fırsatta , ‘’ Aman oğlum burası evimiz değil, uslu ol.’’ uyarıları ile bir türlü sığınmışlık duygusundan kurtulamama ve dahi çocuğu oynama; ancak sokağa taşamayan bir dahilik ve kutsal ruh: Sen yazmak için seçildin. Onca acıdan sonra elbet, ‘’ Deha umarsızlıkların ürünüdür.’’ İyi de her şeye rağmen kim yadsıyabilir Sartre’ın var oluşunu? Okumadım ama Varlık ve Hiçlik’te Sartre gerçekte neyi ortaya koymak istiyor acaba?
Büyükbabasının evindeki onca ilgi ve ve sevgi ortamına rağmen bir hiç olduğunu duyumsama mı temel etken? Çünkü aynen şöyle diyor Sözcükler’ de: ‘’ Her insanın doğal bir yeri vardır. Ne gurur ne de değer belirler bunun yüksekliğini. Çocukluk çağı karar verir buna.’’ Şimdi bizler de kendimizi acıların spermleriyle dölleyerek doğacak olan çocuğu mu bekleyeceğiz? ( Oysa çocukluğum bir masal, bu yüzden Kaf dağını ararım hala.)
Şimdi de gelelim hak dağıtmaya. Gerçekte ne kalenderilere ne Bektaşilere ne de Sartre’a sözüm yok. Onca şey Şems’in aşkıyla çıkmış da olsa küçümsenebilir mi Mevlana? Tüm bunlar Tanrı’nın kader çizgisine koyduğu hüsn-ü taliler olamaz mı? Seçtiklerimizle varız, güzel söz. Tavada kızaran balıkların kuyrukları biribirine yapışıyorsa nasıl bir felesefe çıkaralım şimdi buradan? Acı içinde olan iki insan acıda birleşiyorsa veya? Fakat diğeri sorunu o kadar da basit değil. Diğeri beni nesneleştirerek özneliğimi sürekli tehdit ediyorsa ve benim için özenle kullanmam gereken dinamit yüklü bir araçsa tedbirli davranmayı nasıl bırakabilirim. Sinderella kompleksi dört darbe gibi karşıma çıkarılıyorsa başa dön derim. Olgusallıktan aşkınlığa geçiş dönemine bak diyorsan bir tartalım derim. Biri ve diğeri olarak bana acıyı gösterebilmen ancak ve ancak acını gösterebilmenle mümkündür. Bakan aynı anda birbirinden farklı iki nesneyi hedeflemişse ya birini tercih edecek ya da şaşı olmayı göze alacaktır.
Ve tüm bunlar bir şeyi değiştirme amacı ile yazılmadı. Herkes kendi gerçekliğini kurar sonuçta. İllaki son bir söz söylenecekse şöyle demek gerekir belki de : Ayı leğenden seyretmekle doğrudan aya bakmak aynı şey değildir ve de farklı serüvenlere götürür insanı.
Mürüvet DİNDAR