YAŞAR KEMAL’İ ÖLÜMSÜZLÜĞE UĞURLADIK BUGÜN.
BİR BARIŞ SAVAŞÇISINI, YOKSULUN, EZİLENİN, SÖMÜRÜLENİN EN YAKIN DOSTUNU, İNSANLIĞIN, İNSAN OLMANIN ONURUNU YAŞATAN BİR DEĞERİ KAYBETTİK
TÜM İNSANLIĞIN BAŞI SAĞOLSUN.
O yoksulluğu, ezilmişliği yazarken kendi ülkesinde bu yoksulluğu yaratanlar, ezenler: o kadar rahatsız oldular ki romanlarından, ropörtajlarından; “Yaşar Kemal Jurnallik yapıyor, kendi ülkesini jurnal ediyor” dediler.
İnanılmaz ama Peter Ustinov gibi bir sinema ustasının İnce Memed filmini Türkiye’de çekmesine izin vermediler. Çukurova’da çekilmesi gereken bu büyük yapıt Yugoslavya’da çekilmek zorunda kalındı. Ne büyük bir ayıp, bu ülkenin ne kadar büyük kara bir yazısı varmış.
Bu kini, öfkeyi ve nefreti ne Ustinov anlayabildi ne de dünya.
Bir Genel Kurmay başkanı, “bu kişinin kitapları başka dillere çevrilmemeli” dedi. Bir diğeri kendi zenginliği içinde yoksulların görülmesinden anlatılmasından rahatsız olmuş ki “Bu adam da hep yoksulluğu yazıyor” diye şikayet etti.
“Halka kim zulmediyorsa, etmişse, halkı kim eziyor, ezmişse, onu kim sömürmüş, sömürüyorsa, feodalite mi, burjuvazi mi… Halkın mutluluğunun önüne kim geçiyorsa ben sanatımla ve bütün hayatımla onun karşısındayım. […] Ben etle kemik nasıl biribirinden ayrılmazsa, sanatımın halktan ayrılmamasını isterim. Bu çağda halktan kopmuş bir sanata inanmıyorum.” derken seçtiği yolun ne kadar halkçı, ne kadar insanca, kendi insanına sevgiyle bağlı olduğunu görüyoruz. O halka ve doğaya inanmıştı.
Onun sayesinde Anadolu’nun hiç gitmediğimiz, hiç görmediğimiz yerlerindeki insanlarımızı tanıdık, sevdik. Sarı Sıcak’ı, Çukurova’da güneşin nasıl doğduğunu bildik… İnce Memed ile at koşturduk bozkırlarda, ağalara, sömürüye ve zulme karşı…
Cesurdu, sözünü esirgemezdi:
2008’de Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü alırken yaptığı konuşmada tek dil, tek din, tek millet gibi tekleyenler için “Eşek gibi dünyanın arkasından gitsinler, rezil olacaklar, torunları bunları rezil edecek” demişti. Dönemin Başbakanı R.Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün hayretle dinlediği konuşmanın bir bölümü şöyleydi: “Ne büyük mutluluktur ki dünyamız hala on binlerce çiçekli bir kültür bahçesidir. Her kültürün bir rengi bir kokusu vardır. Dünyamızın bir çiçeğinin koparılması dünyamızdan bir rengin bir kokunun yok olmasıdır. Bu insanlığı insanlıktan çıkartan bir durumdur. Her kültürlü bir dünyada insanlığın halini bir göz önüne getirelim. Tek çiçeğe kalmış, tek renge, tek konuya kalmış bir insanlık ve tek dile kalmış bir dünya hapı yutmuştur, cehennemden daha beterdir. Eşek gibi bugünkü dünyanın arkasından gitsinler. Rezil olacaklar, çocukları, torunları tarihler bunları rezil edecekler. Adam gibi durmasınlar öyle.”
İşte öyle durup dururken YAŞAR KEMAL OLUNMUYOR. Böyle Yaşar Kemal olunuyor.
“TEK renge TEK çiçeğe TEK konuya TEK dile kalmış bir dünya hapı yutmuştur. Cehennemden beterdir” Var mı bu sözlere itirazı olan.
“Bir karanlıktan gelip bir başka karanlığa düşüyorsak da bu çok çok acıysa da ben aydınlığın türkücüsüyüm.Ya doğmasaydım, ya bu görkemli dünyayı yaşamasaydım ne olurdu?” der Yaşar Kemal. Alain Bosquet’e anlattığı hayat hikayesini okuduğunuzda da hayatının en zor ve yoksul döneminde bile umudun varlığını ve gücünü görürsünüz.
İşte kendi anlattığı o yaşam hikayesinden sımsıcak alıntılar:
Yaşar Kemal yoksulluk içinden gelmişti. Yoksulları en iyi anlayan ve anlatanın o olması tesadüf değildir.
“…Köyün (Adana, Burhanlı) öğretmeni Ali Rıza Beydi. Ben, dedim okumaya geldim. Olur, dedi öğretmen. Ama senin ayakkabın, kafa kağıdın var mı? Yok. Kalem defter? O da yok… Giyitler yırtık pırtık… Ben başladım, ben dedim, üç ayda okur yazar olur, sana fazla zahmet vermem. Yemini billah ettim ki, üç aydan çok başına bela olmayacağım. Adamla uzun bir tartışma… Öğretmen bana kafa kağıdının gerekirliğini, ayakkabısız olmayacağının sebebini bir türlü anlatamıyordu. Sonunda bana yirmi beş kuruş verdi, git dedi, kendine defter kalem al. Beni de bir sınıfa soktu. Bir de Alfabe verdi. Alfabede nar resimleri vardı. Ömrümde, daha öyle şiirli bir büyüye rastlamadım. O gün bütün defteri karaladım. Ne kadar harf varsa hepsini durmadan yazdım. Bir de sanki alfabede nardan başka resim yokmuş gibi hep nar resmi çizdim. Akşama defterde karalanmadık hiçbir yer kalmamıştı. Defterimi koltuğuma alarak eve döndüm. Bu, büyük bir utkunun coşkulu sevinciydi. O gece sabaha kadar, evde, öteki evlerde, ne kadar kağıt bulmuşsam, doldurdum. Dünyanın en iyi insanlarından birisi olan amcam o gün beni okula göndermedi, birlikte kasabaya gittik. Orada bana beş tane defter, kalemi de bitirmiştim, bir düzine de kalem aldı. Ayakkabıcıdan çok güzel bir ayakkabı seçti. Bir de şalvar, gömlek, bir de okul kasketi… Üç ay sonra artık gazete bile okuyor, dağlara taşlara, bulduğum kağıtlara, duvarlara yazılar yazıyordum. Benimle birlikte köy de bir yazma çılgınlığı yaşıyordu. Bir sabah öğretmenin karşısındaydım. Ona çok çok teşekkür ediyordum.”
Okur yazar oluşu böyle başlar Yaşar Kemal’in ve kader onu hep takip eder. İlkokul 5. sınıftayken babasını kaybeder bir de yoksulluk yakasındayken.
“Okur yazar olmuştum, sözümde durmalı, okuldan ayrılmalıydım. Bu sefer öğretmen beni göndermek istemiyordu. Öğretmene minnettarlık borcum vardı, ister istemez onun istediğini yaptım, okulda kaldım. İkinci yıl da kasabaya, orada akrabalarım vardı, gittim ve ilkokulu orada sürdürdüm. Sınıfımda benden daha ünlü bir şair Aşık Mecit vardı. Çok güzel saz çalıyordu. O yaşta bir Karacaoğlan, bir Dadaloğlu gibi olgun şiirler söylüyordu. Bugün bile ben onun şiirlerinin büyüsüne şaşıyorum. İster istemez Aşık Mecidin çıraklığını kabul ettim. Çok arkadaştık. Bana da saz çalmayı öğretmeye çalışıyordu. Ne yazık ki ilkokul beşteyken öldü ve babamın ölümünden sonra en büyük acımla karşılaştım. Bütün bir yıl, nasıl olur, nasıl olur, diye söylendim durdum. Onun üstüne çok ağıtlar yaktım, duyanı ağlatan…”
Yaşar Kemal ilkokulu bitirir. Önünde iki seçenek vardır. İlkokul son sınıftayken okula Toroslar’dan destancı Aşık Rahmi gelir. Ondan etkilenir ve onun çırağı olur. Aşık Rahmi onun bir Karacağlan gibi iyi bir aşık olacağını düşünmektedir. Kendisi ile birlikte olmasını ister.
Ya Karacaoğlan gibi bir aşık olup diyar diyar dağlarda memlekette gezecektir ya da ortaokula gidecektir.
Ortaokula gitmeye karar verir.
Öğretmeni Yaşar Kemal ortaokula gidebilsin diye kasabanın zenginlerinden para toplamış, bu parayla giysi, ayakkabı almışlar. Vermek için Yaşar Kemal’i arıyorlar. Yaşar Kemal bu olayı şöyle anlatır:
“Ama nasıl gidecektim, hangi parayla? Ev, birkaç yıldan beri kasabaya taşınmıştı, yıkık bir evde oturuyorduk. Öğretmenim A. Z. Çukurova, ben ortaokula gidebileyim diye kasabanın zenginlerinden para toplamış, bu parayla giyit, ayakkabı almışlar. Vermek için beni arıyor, bense ele geçmiyordum. Evi de bıraktım, bir köye sığındım. Öğretmenle karşılaşırsam, onu kırmamak için, parayı almak zorunda kalacaktım. Oysa ben, Abdale Zeynikinin diz çöküp destanlar söylediği bir evdendim. Böyle bir parayı nasıl kabul edebilirim! Amcama söyledim bunu. O da parayı alma, dedi. Evde bir tosunumuz kalmıştı. Amcam bunu al da sat ve Adanaya git, dedi, mademki istiyorsun o kadar okumayı. Abdullah Zeki benim tosunu sattığımı, bu parayla Adanaya gideceğimi duymuş, beni otobüse binerken yakalamak için tuzağını kurmuştu. Ben de bunu duydum, o sabah erkenden kalktım yola düştüm. Adanayla Kadirli arası yüz beş kilometre. O yolu yürümeye başladım. Bir gece Adanaya ulaştım ama ayaklarım şişmişti. Kendimi demiryolu istasyonunda buldum. İlk olarak elektrik görüyordum. Bir elektrik direğinin dibine oturup dinlendim. Şimdiye kadar bu gür ışığa şaşırdığım gibi hiçbir şeye şaşırmamıştım.
“Türklerin en Kürdü, Kürtlerin en Türkü” demiş Sait Faik ve hediye ettiği kitabın kapağına böyle yazmış. O hiç bir zaman ırkçı olmadı. Olması gerekiği gibi oldu. “İnsan”dı onun için değerli olan, ırk değil. Belki de Türk Kürt sorununu ve kardeşliği en iyi bilecek anlayacak ve anlatacak birisiydi.
“Benim doğduğum köy bir Türkmen köyüydü. Belki de Türkçenin en zengin konuşulduğu yerdi benim bölgem. Her kadın bir şairdi. Ağıt yakmasını bilmeyen bir kadın ya deliydi, ya da aptal. Karacaoğlan, 16. yüzyılda yaşadığı sanılan, bölgemin de, ülkemizin de en büyük şairlerinden birisiydi. Karacaoğlan şiiri bilmeyenlere aptal, pısırık gözüyle bakılırdı. Bütün Çukurova böyleydi. Sonra köye büyük destancılar gelirlerdi. Bunların en ünlüleri bizim köye otuz kilometre uzaklıktaki Gebeli köyünden gelen Aşık Murtaza ve Küçük Memetti. Ben sekiz yaşımdan sonra bunlara özenerek köyün çocuklarını başıma toplayarak destan söylemeye başladım. Sonraları da dinleyicilerim genişledi, büyükler de beni dinlemeye başladılar… Evde çoğunlukla Kürtçe konuşuluyordu. Evdekiler kırık dökük bir Türkçe öğrenmişlerdi. Biz çocuklara gelince evde de, dışarıda da hemen hemen hiç Kürtçe konuşmuyorduk. Evdekiler bize Kürtçe ne söylerlerse söylesinler biz onlara Türkçe cevap veriyorduk. Bizimkiler de bize hiç kızmıyorlardı. Ben şimdi Kürtçeyi ne konuşulursa konuşulsun anlıyorum. Uzun olmamak koşuluyla da konuşabiliyorum. Ama bir hikaye anlat derlerse anlatamıyorum. Türkçeyi ne zaman öğrendim, Kürtçeyi ne zaman anlamaya, konuşmaya başladım, anımsamıyorum. Doğduğum bu Türkmen köyünde bizi Kürt diye hiç ayrı saymıyorlardı. Biz de kendimizi onlardan hiç ayırmıyorduk. Bütün köylüyle akraba gibiydik. Daha da köylümle benim yakın akrabalığım sürüyor.”
Barışı kardeşliği, sevgiyi savundu, zulme karşı çıktı, yoksulun yanında oldu.
Ama hapse atıldı, işkence gördü, ötekileştirildi, aşağılandı.
Nazım Hikmet gibi, Orhan Veli gibi, Sabahattin AIi gibi…
1953’te arzuhalcilik yaparken, komünist propagandası yaptığı iddia edilen bir çocuğun onun da adını vermesi üzerine hapse girer.
“Bir sabah candarmalar geldiler, şangur şungur, ellerinde kelepçeler, birini bana taktılar savcıya, sorgu yargıcına götürdüler, oradan da doğru hapishaneye. Kadirli hapishanesinde on beş gün kaldım. Bu arada çok işler oldu. Bir ortaokul müdürü vardı. Adı Nurullah Hancılardı. Onu da şöyle tanıdım: Ortaokulda bir kız Türkçe öğretmeni varmış. Komünistlere her ders veryansın ediyor, “işte”, diyormuş, “onlardan bir tanesi de burada, bu kutsal topraklarda yaşıyor, üstelik de arzuhalcilik yapıp para kazanıyor, telsizle de her gün Rusyayla konuşuyor. Hem bu memleketin ekmeğini yiyor hem de komünist…” Bir gün dükkanın önünden ortaokul müdürü geçti. Onu durdurdum, Türkçe öğretmeninin marifetini anlattım. Müdür iyi adammış, “öğretmeni uyaracağım, böyle bir şey olmamalı okulda,” dedi gitti. Bir hafta içinde öyle bir dedikodu yayıldı ki kasabaya, aman Allah, ortaokul müdürü komünistlerin başıymış. Hapishanenin dışında bir oda var, beni oraya tıktılar. Bir hafta sonra ortalığa bir dedikodu yayıldı, cuma günü bir miting yapılacak, hapishane basılacak, beni linç edeceklermiş. Candarma kumandanına başvurdum, hal böyle böyle, diye. Beni, o gün koğuşumdan aldı, yukarıya, ikinci kata Candarma Dairesine çıkardı. Kalabalık mahpushaneye doğru geliyordu. Gariban odaya bir yumulduklarını gördüm, bir de kalktıklarını. Oda dümdüzdü. Yazık ki içinde ben yoktum.
Kozana ulaştık. Candarma Dairesine teslim etti beni Kadirli candarmaları. İşte o gece işkence başladı. Sabahleyin ayaklarım, parçalanmış ve şişmişti. Hapishaneyle mahkeme arası epeyce uzun bir yoldu. Şişmiş ayaklarıma ayakkabılarımı giydim. Giydim ya, canımın yarısı da gitti. İşkenceye can kurban, ayakkabılarımı giymenin yanında geceki işkenceler pire ısırığı gibi kalır. Topallayarak merdivenlerden, ellerim kelepçeli indim ki, anam avluda bekliyor öbür akrabalarımla. İşte şimdi yandım, dedim içimden. Topallamamam gerek. Anam topalladığımı görürse her şeyi anlar, deli divane olur üzüntüsünden.
(Dönüşte de) hapishaneye kadar topallamadan geldim. Koğuştan içeriye girerken eşkıya Hilmi beni karşıladı, “senin ailen bana çok yardım etti, hayatımı kurtardı,desem doğru olur. Ama bu hapishanede tek düşmanın benim. Benden kork. Katillikten, hırsızlıktan, ırza geçmekten düşseydin, başım üstünde yerin vardı. Şimdi, beni bekle.” Sonunda, hapishaneden çıkmadan bir ay önce eşkıya beni bıçakladı.”
Ne kadar trajik ve dehşet verici değil mi? Bakar mısınız eşkıyalıktan girmiş haysiyetsiz Hilmi’nin sözlerine: “Katillikten, ırza geçmekten, hırsızlıktan düşseydin başım üstünde yerin vardı.” diyor ve hapisten çıkacağı gün Yaşar Kemal’i bıçaklıyor.
Yaşar Kemal hapishanenin son günü bıçaklanır, dahası dışarı çıktığında da artık Adana’da iş bulamaz olmuştur. Bunun üzerine önce Ankara’ya arkadaşı Abidin Dino’ya oradan da İstanbul’a gitmeye karar verir. Çünkü Arif Dino, onun hikayelerini okumuş Cumhuriyet Gazetesi’ne tavsiye edeceğini söylemiştir.
“Yazılarımı, daktilomu, sevdiğim iki resmi, bunlar Arif Dinonun bana armağan ettiği resimlerdi, her birisi bir başeserdi, yanıma aldım. Yazılarım, sonradan Sarı Sıcak başlığı altında topladığım hikayelerimdi. Bunların bir kısmı Kadirlide kaldığım sürece yılda birkaç kere candarmalar evi basıyor, bütün Kadirlinin iti köpeğiyle birlikte, evi altüst ediyor, un çuvallarının içine kadar arıyorlar, evde de ne kadar, basılı ya da basılı olmayan, kağıt varsa alıp götürüyorlardı. Folklorderlemelerimin büyük bir kısmı böyle gitti. Daha önce de yazdım ya Demir Çarık, uzunca bir romandı, onu aldılar. Bir de Ahmet Doğan adlı dağlardan bir kişinin başından geçen büyük bir macerayı yazmıştım. O da gitti. Anımsadığım, anımsamadığım birçok yapıtım candarmalara yem oldu. Yaşasın büyük Türk Faşizmi!”
Abidin Bey açtı kapıyı. Sevinçle karşıladı. İçerde Oktay Rifat oturuyordu. Güzin Hanım da geldi. O da Dil Tarih Coğrafya Fakültesine Fransız Edebiyatı Doçenti olmuştu. Biraz edebiyattan söz ettik. Neler yaptığımı, neler yapacağımı da bir çırpıda saydım döktüm. Oktay Rifat şaşırıp kalmış, şakacı bir insandı, “Kemal, sen bütün bunları bir ömürde mi yapacaksın?” diye sordu. Bu sefer de ben şaşırmıştım, “bir ömürde yapacağım,” dedim, “iki tane ömrüm yokki…” Oktayla her karşılaşmamızda sorardı: “Bunların hepsini bir ömürde mi?” Durmadan roman konuları anlattım. Sabiha Rifat anımsar, birkaç yıl sonra da, coşmuş Oktayın evinde ona Demirciler Çarşısı Cinayetini anlatıyordum. Oktay Rifat gene dinledi dinledi, o güzel gülüşüyle, “sen bu destanı bir ömürde mi yazacaksın?” diye sordu.
Abidin Dino’nun ona verdiği 50 TL ile İstanbul’a gelir, Sirkecideki Türk Oteli’ne yerleşir çok geçmeden parası biter. Arzuhalcilikde köşeler tutulmuştur ve kalacak yeri yoktur.
“Boş gezdiğim günlerde, param biterse ne yaparım, diye düşünürken, Gülhane Parkını keşfettim. Gülhane’de öyle bir yer buldum ki yer derim ben sana. Tam padişahlara has bir yer. Denize bakan yüzünde Topkapı Sarayının büyük kapısı var ya, o kapının önünde de, Çemberlitaş gibi upuzun bir sütun var, işte o kapıyı kendime mekan tuttum. Yağmurda falan, kapının da üstü azıcık da olsa kapalı, yatağımın ıslanma olasılığı yok. Yatağım da gazete kağıtlarından kalın bir döşektir. Yerim yurdum var ya yemek yiyecek para yok. Eee, şimdi ne yapmalı? Köprü altında soluğu alıp kendime tam üç tane olta satın aldım, son paramla. Oltacıya Sarayburnunda balık tutacağımı, bana oranın balıklarına göre olta vermesini söylemeyi de unutmadım. Bir kayanın üstüne oturdum oltamı denize attım. Vay anam, ilk günün bereketi de ne bereketmiş. İki- üç kilo balığı tuttum birkaç saatte. Balıklarımı gittim, oynar oynar, köprü altında sattım, bu parayla kendime bir maltız, bir torba da kömür aldım. Keyfime diyecek yok. Her gün balığa iniyorum kıyıya, balığın bir kısmını temizleyip yiyorum, kovadaki oynar oynar balıklarımı da götürüp köprüde satıyorum. Derken Orhan Kemal geldi, onu kapı altındaki evime götürdüm, balık tuttum, ona taze taze balık ikram ettim bahçemin çiçekleri arasında.”
Bu arada Arif Dino’nun gelmesini beklemektedir ve nihayet bir gün iyi haber gelir, 12’de Lebon Pastanesinde buluşurlar. Arif Dino ondan yayımlanmış ve çok sevilmiş olan “Bebek” hikayesini alıp Cumhuriyet Gazetesi’nin sahibi Nadir Nadi’nin yanına gider ve güzel haberle döner. Birkaç gün sonra da Nadir Nadi’den Yaşar Kemal’i bekleyen bir mektup gelir. Ancak bu görüşmeyi yapması kolay olmaz çünkü gazetecinin kapıcısı Yaşar Kemal’in üstüne başına bakarak yalan söylediğini sanır ve üç kez içeri almaz. Nihayet Nadir Nadi ile görüştüklerinde ise hemen işe alınır ve bir tomar parayla Diyarbakır’a röportajlara gönderilir. Böylece Yaşar Kemal’in ünlü röportajları başlar. Anadolu Notları başlığı altında çıkan bu röportajların yayımlandığını Yaşar Kemal Diyarbakır’dan geçtiği Van’da feribottayken görür. Bu feribotta tanıştığı bir yüzbaşı sayesinde de Akdamar Kilise’sinin kurtulmasını sağlar.
“…Yüzbaşı, “iyi ki sizinle karşılaştık” der; “Burada Akdamar Adasında Ermenilerden kalma bir kilise var. Bir yapı başeseri. Bunu yıkıyorlar. Bana ve ülkemize yardım edebilir misiniz?” O zamanki Van muhabirimiz İlyas Kitapçıydı. Yüzbaşıyla önce onu görmeye gittik, o, kilise üstüne daha kötü şeyler anlattı, elinden geleni de gelmeyeni de yapmış, yıkımın önüne geçemiyormuş. İlyas Bey, bana, “Nadir Nadiye telefon edelim, bizi anlar, durdursa durdursa bunu Nadir Bey durdurabilir,” diye bir düşünce attı ortaya. (Aradık) Nadir Bey: “Üzülmeyin,” dedi. “Avni Bey bu işi halleder. Onu iyi tanıyorum, uygar bir kişidir.” Avni Başman o yıl Milli Eğitim Bakanıydı. Akdamar kilisesinin kurtuluş günü 25 Haziran 1951 günüdür.”
Ve tabi ki İnce Memed. İnce Memed’in hikayesini de büyük ustadan dinleyelim.
“Gelelim İnce Memedin hikayesine: 1946-47 yıllarında roman denemelerine başlamıştım. İnce Memed de bunlar arasındaydı. Bir de Ortadirek romanına başlamış yarım bırakmıştım 1951 yılında İstanbula geldiğimde İnce Memedden bir sayfa bile yoktu elimde. Ama konu olduğu gibi kafamdaydı. Ve İnce Memedi yazmak istiyordum. Çok parasızdık. Thilda da, benim yüzümden işten atılmıştı. 1953 yılının o dehşet, görülmemiş kışı başlamasın mı? Bizde küçük bir çini sobadan başka bir şey yok. Aşağıdaki katın bacası bizim duvarın ortasından geçiyor. Thilda yatağın içine oturuyor, belini bacanın geçtiği duvara dayıyor, orada kitap okuyor. Ben de Erzurumdan aldığım kalın eldivenler elimde İnce Memedi yazmaya çalışıyorum. Arada sırada biraz odun bulursak evde düğün bayram. Şubata doğru olacak havalar daha da azıttı. Tunadan gelen buzlar Boğaza indi, yeryüzü gökyüzü dondu. İstanbullular Boğazda buzların üstüne binip resimler çektirdiler. Bu karda kıyamette, buz gibi evde ben üç ayda İnce Memedi bitirdim, Cevat Fehmi Başkuta götürdüm. Bin sekiz yüz lira daha alacağım, (Başta bin lira avans alıyor) romanı beğenirse. Biray sonra Cevat Bey beni odasına çağırdı. Yanında yer gösterdi, “haklıymışsın,” dedi, “önceki gece romanına başladım, ancak bu sabah bitirdim. Elimden bırakamadım.”
Ancak Yaşar Kemal, İnce Memed’e isim koymak istemez, çünkü bu romanı para kazanmak için yazdığını söyler. Dahası romanın başındaki uzun Çukurova tasvirini çıkarmasını isteyen Nadir Nadi’ye de katılmaz. Nadir Nadi ise romana hem adını koymasını hem de bu bölümü çıkarmasını ister ve sonunda birbirlerini çok sevmelerine rağmen Yaşar Kemal neredeyse Cumhuriyet’le yolları ayıracak noktaya gelirler ama sonunda her şey yoluna girer, roman Yaşar Kemal’in adıyla çıkar ve büyük ilgi görür.
“1953-1954 yıllarında Cumhuriyette dizi olaraktan yayımlanan İnce Memed 1956’da Varlık dergisinin ilk roman ödülünü aldı. Ödül bin liraydı. İnce Memed 1957’de Sovyetler Birliğinde, Bulgaristanda yayımlandı. Yayımlanmasını Nâzım Hikmet sağlamıştı. Bir de Nâzım Hikmetin İnce Memed hakkında bir arkadaşına yazdığı mektubu arkadaşı bana okumuştu. Nâzım gibi bir adam da bu kitap hakkında böyle şeyler söylerse, roman artık iyice gözüme girmişti. Artık öteki bölümlerini de yazmalıydım. 1961’de İngilterede yayımlanan İnce Memed bestseller listelerinin başlarında uzun süreler kaldı. İlk doğru dürüst para da o zaman elime geçti. Eve buzdolabı, gaz ocağı, sandalye, masa, daha bir şeyler, çanak çömlek aldım.”
“Yaşama sevinci ölümsüzdür”
“Yaratıcılığın kaynağı üstünde düşünürken, orasını çok aydınlık, ışık içinde görüyorum. Orada çok umut görüyorum. Orada bizim yaşama bu kadar bağlanmamızın gizi var sanıyorum. O aydınlığa, o umuda tutunuyorum. Karanlığın yaratıcı gücü olabilir mi, diye soruyorum hep kendi kendime. Bizi bu dünyaya, bu yaşama böylesine bağlayan ne? Romanlarımda hep korkunun, korktuklarının üstüne yürüyen insanlar bulacaksınız. Ben hep korkunun, korktuklarımın üstüne yürürüm. Bu, benim huyumdur sanıyordum. Sonra öğrendim ki, çok insanın da huyuymuş. Yaratıcılığın kaynağına doğru, ondan beri de neye rast gelirsek… Yeni Sofokleslere, yeni Cervantes’lere, yeni Moliere, yeni Shakespeare’lere. O zaman dünyamız daha mutlu olacak.”
“Bir karanlıktan gelip bir başka karanlığa düşüyorsak da bu çok çok acıysa da ben aydınlığın türkücüsüyüm. Ben bir karanlıktan gelip bir karanlığa düşüyorsam da ben aydınlığı gördüğümden, bu vazgeçilmez yaşam sevincini duyduğumdan dolayı doğaya minnettarım. Ya doğmasaydım, ya bu görkemli dünyayı yaşamasaydım ne olurdu? Hep birden, bir sevinç türküsü olup, dünyayı sevinç, kardeşlik türküleriyle doldurmalıyız. Yaşama minnetimizi her olanakta söylemeliyiz. Madem ki dünyaya geldik güzellikleriyle tadını çıkarmalıyız.”
“İnsanların içindeki yaşama sevinci ölümsüzdür. Ben ışığın, sevincin türkücüsü olmak istedim her zaman. İstedim ki benim romanlarımı okuyanlar sevgi dolu olsunlar, insana, kurda kuşa, börtü böceğe, tekmil doğaya.”
İşte böyle büyük bir insandı YAŞAR KEMAL. İçimizden biriydi.
O GÜZEL İNSAN O BÜYÜK İNSAN O GÜZEL ATLARA BİNİP GİTTİ ARAMIZDAN
IŞIKLARDA UYU. YILDIZLAR, DİĞER ÖLÜMSÜZLER YOLDAŞIN OLSUN GİTTİĞİN YERDE.
